22 Kasım 2012 Perşembe

Renewal.. nereye kadar?



Hepimiz bir şekilde günden güne değişiyoruz, dönüşüyoruz, yenileniyoruz. Kimse bunun önünde duramıyor, tamam. Çoğunlukla hep alınan yaşlarla beraber daha çok şey bilme, hayatı, kendimizi daha iyi çözme eğilimindeyiz. Kafamız karışık hayatla ilgili ama sanki kendimizi daha iyi tanıyoruz. Şayet bu işler doğal sürecinde, kendinize bir şeyler katarak ilerliyorsa şahane ama bir yandan da çok sapkınca durumlar var özellikle ikili ilişkilerde. Nedir diye sorarsanız, bayadır kendim gözlemlemediğim için farkında olmadığım ama son zamanlarda tecrübelerle sabit gördüğüm bir şeyden bahsedeyim. Uzun ilişkiden çıkınca ve bugüne kadar senden farklı insanlarla karşılaşınca değişik şeyler keşfediyorsun. Mesela 10 sene aynı kişiyle beraber olunca tabiiki değişiyorsun ama özün değişmiyor. Defoların, hataların, geliştirmeye çalıştıkların, tamamlanman hep aynı hizada devam ediyor. Daldan dala atlayan, kimseyle ilişki kuramayan, aynı anda 10 kişiyle konuşup adım atamayan insanların ortak noktası ne biliyor musunuz? Bu söylediklerimi yapmaktan çekinmeleri. Her ilişkide, her konuştukları kişide yenileniyorlar. Ama bu yenilenme o kadar suni ki, karşılarındakine kendilerini beğendirme için sonradan edindikleri, eğreti  alışkanlıkları, hayat felsefeleri, bir sonraki kişinin hoşuna gitmeyince hemen bırakılacak üstlerine büyük gelen dünya görüşleri ediniyorlar. Kendi özlerine dönmekten korkan, güvensizliğin en büyüğünü yaşayan kişiler işte bunlar. Kafaları o kadar karışık ki, hayatta ne yapmak istediklerini o kadar bilmiyorlar ki, değişik ilişkilerle devamlı tasdik ihtiyacı duyuyorlar hayatlarını. Sonunda elde kalan ne? Özümsenmemiş defolu bir sürü hayat yorgunluğu.

Ben napıyorum? Kimim?’i sorgulamadan yaşanan ego tatminleri sonucu şişen yalandan balonlar. Gerçeğe yer kalmayıncaya kadar devam ediyor bu şizofreni, sonra hiçbir şeyden tatmin olmayan 21.yy insanı ortaya çıkıyor. Aynı anda her şeyi yapan ama aslında havaya boştan laflar saçan.. 




Kendimizden korkmamak, hataları sahiplenmek en büyük başarısı bana sorarsınız günümüz insanının. Çünkü sizi pohpohlayacak birileri hep var çevrede, sinek gibi siz kovsanız da ışığa uçar gibi yanıbaşınızda bitiveriyorlar. Önemli olan aralarından doğru kişileri, doğru nedenlerle seçmek. Sessizliğe alışmak bir süre, yanyana huzurla konuşmadan durduğunuz birilerini bulmak. Çok sevdiğim bir arkadaşımın dediği gibi, öyle yetmeli ki yanınızdaki size sadece ikiniz olsanız bile tam hissetmelisiniz. Bir gün 12 saat konuşmasanız bile mutlu olmalı, ertesi 2 gün durmadan bir şeyler paylaşabilmelisiniz. Bunları yapabilmek için önce iki kişinin de kendi içinde huzurlu olması gerekiyor ama. Az’la yetinmeyin, hiçbir zaman YETİNMEYİN hatta, kendi hayatlarını böyle yaşayanları da sizden uzak tutun.

tuuce!




16 Kasım 2012 Cuma

Cuma Tavsiyesi

Çok güzel bir albüm dinliyorum birkaç gündür. Beni bilenler bilir "albüm" kavramına sıkı sıkıya bağlıyımdır. Hala tek hitler yerine, bir albüm çıktığında baştan sona dinleyip neleri seviyorum diye kendi kendime not verme heyecanını çok severim. Eskiden albüm alıp yavaş yavaş sindire sindire dinlediğim, her şeye yine bu kadar çabuk ulaşamadığım günleri getiriyor aklıma. Bugünkü albüm yeni değil aslında 2010'dan bir albüm. Danger Mouse ve Sparklehorse'un bir sürü isimle ortak çalışması "Dark Night of the Soul". Çeşitli copyright sorunları nedeniyle arada derede kaynamış bir albüm bence. (Aynı zamanda Sparklehorse solisti Mark Linkous'un son kaydı bu albüm)

Şarkı Listesi:
  1. "Revenge" (featuring The Flaming Lips) – 4:52
  2. "Just War" (featuring Gruff Rhys) – 3:44
  3. "Jaykub" (featuring Jason Lytle) – 3:52
  4. "Little Girl" (featuring Julian Casablancas) – 4:33
  5. "Angel's Harp" (featuring Black Francis) – 2:57
  6. "Pain" (featuring Iggy Pop) – 2:49
  7. "Star Eyes (I Can't Catch It)" (featuring David Lynch) – 3:10
  8. "Everytime I'm with You" (featuring Jason Lytle) – 3:09
  9. "Insane Lullaby" (featuring James Mercer) – 3:12
  10. "Daddy's Gone" (featuring Mark Linkous and Nina Persson) – 3:09
  11. "The Man Who Played God" (featuring Suzanne Vega) – 3:09
  12. "Grim Augury" (featuring Vic Chesnutt) – 2:32
  13. "Dark Night of the Soul" (featuring David Lynch) – 4:38  (evet David Lynch!)
Üç şarkılık fikir vermek gerekirse:







İyi Hafta sonları! 

Tuuce.

15 Kasım 2012 Perşembe

Misery Loves Company

“Misery loves company” ya da latince deyişiyle “Solamen miseris socios habuisse doloris”. Türkçesini tam getiremiyorum aslında,  çünkü açılımına baktığınızda iki yola birden gidiyor. Yani, üzgün olduğunuz zaman etrafınızda insanlar olsun istersiniz, sizi avutacak, derdinizi anlayacak, yeri geldiğinde salla gitsin diyecek, beraber hedefe küfredeceğiniz birileri. İlki bu, ikincisi ise aslında ortak dertlere sahip insanların bir şekilde bir araya gelmesini anlatıyor. İlk anlama çok yakın, hatta birbirini tamamlıyor belki de ve hepsi doğru. Şimdi aslında bu olayın altında yatan motivasyon her şeyden önce aynı şeyleri yaşamış birinin sizi kesinlikle daha iyi anlayabilmesi. Birinizin göremediği noktayı, diğeri görür, sizi sarsar kendine getirir, paylaşımlar artar dünya barışı olur. Diğer tarafta ise egonuza yakın içerlerde bir yerlerde benim yaşadığımı yaşayan başka birileri de var, o kadar da ümitsiz değilim, misery’de bir yere kadar, kimsenin yukarlardan torpili yok düşüncelerine iyi gelir. Ortak acılar insanı yakınlaştırır ama birbirinin eteğinden, paçasından aşağı çekmeyecek dostluklardan bahsediyorum burda. Hani biri gün geldi misery durumundan çıktı diye endişe duymayacak, onun için sevinecek, hala ümit var demek ki diye sevinecek birileri. Öyle birilerini bulduğunuzda da bırakmamak lazım. Her şartta, her ortamda sizle gelir o insanlar çünkü, beraber öğrenir, beraber kafaları taşlara vurur, kahkahanın en büyüğünü de beraber atarsınız günün sonunda. Yaşamda debelenip duranlar, bu anlar hiç geçmeyecek diye düşünenler, hepsi geçiyor, her şey bitiyor. Önemli olan yola sizinle devam edenlere doğru karar vermek. Üzüntü geçtiğindeki dönemi onlarla paylaşmak hepsinden eğlenceli oluyor çünkü.

(manidar.)




Tuuce.

8 Kasım 2012 Perşembe

le·git·i·mize

İşten ayrılmaya karar verip istifa ettiğim şu günlerin ardından herhalde "boş" kaldığımdan olsa gerek, kafamda sürekli dönen şu -normalleştirme- işini biraz daha didikleyip unutmamak için buraya yazmaya karar verdim.

Kendim dahil tüm çevremde ilgiyle gözlemlediğim bir hareket tarzı bu kendi içinde normalleştirme, i.e. kulp uydurma. Birçok kelimeyle ifade edebilirim ama en güzeli şöyle genelleyince anlatıyor demek istediğimi: biz insanlar, birisine değer yargılarımıza uymayan bir şeyler yapınca (kötü demiyorum; kime göre neye göre kötü derim çünkü ben olsam) bir anda bir mekanizma harekete geçiyor ve yaptığımız şeyi bir normalleştirme sürecine sokup türlü türlü nedenlerle içimizi rahatlatıyoruz. Hatta bunu birisine değil kendimize bile yapmış olsak, içimizde bir ses devamlı diyor ki "doğru yaptın çünkü"... Genelde vicdanımızı bastırır bu ses ve sizce gerçekten doğru mudur normalleştirmek, kulp uydurmak veya bir yenisini de ekleyelim legal-leştirmek?

Ve bazıları vardır ki bu normalleştirdikleri normal olmayan şeyi karşı tarafa kabul etmeye çalıştırırlar. Sürekli kendilerini haklı görürler ve karşı tarafın ne hissettiği bu süreçten sonra onlar için önemli değildir. Çünkü "doğru"yu bulmuşlardır ve yaptıkları şey hiç de anormal değildir, hatta karşı tarafı üzecek bir şey bile değildir. Bundan sonrası ne yaparsanız yapın saçmadır. Genellikle birkaç soyut ifadeye tutunurlar ve çizgilerinden çıktıkları andan itibaren siz anlarsınız aslında her şeyin ne kadar da basitleştirildiğini - daha çok içiniz acır bu noktada. Ancak tüm  yaşadıklarımdan anladım ki hiç bu kafalara girmiş insanlara dokunmaya değmez - çünkü bir hayal dünyası yaratılmıştır ve sizin bir öneminiz yoktur. Ne söylerseniz söyleyin siz ancak yapay vicdanların sesleri olup bir anda sönersiniz tekrar. Ama insanların kendi vicdanları yok mudur? Orası bir soru işareti... (?)

Bu anlatmak istediğim şeyi layığıyla yerine getirmiş iki insandan bahsetmek istiyorum son olarak. Bir tanesi "hayatımın kazığı", diğeri de "deja vu" benim için. Çünkü bu iki uzay kadar uzak geçmişten ve kişilikten gelen insanlar tamamen aynı vicdan rahatsızlığına girdikleri bir olayın ardından, tamamen aynı kulpları aynı cümlelerle uyduracak kadar normalleştirebildiler içlerindeki bu olayları. Enteresandır ki bu nedenden dolayı anladım ki, tüm dünya, herkes ama hepimiz yapıyoruz bunu kendi içimizde. Bir an bile kabullenmeden, bir an bile karşı tarafı düşünmeden. Öyle ki "hala seni seviyorum" u bile hayır öyle değil ama şöyle diyerek legal-leştirebiliyoruz.

Açıkçası ben fazla düşünüp kendimizi yemenin ne anlamı var diyorum ve hak veriyorum böylelerine. Bu da bir savunma şekli sonuçta. Sadece normalleştirmeyi abartanların yeri yok - daha fazla kimsenin kimseye kendini anlatmasına gerek yok, ortada somut gerçekler varken özellikle. Herkesin kendi doğruları olayın özünü oluşturur elbette.

Tavsiyem karşınızda böyle yapan birine rastladığınızda hep şu modda takılmak: Come on legitimize, justify it baby! Ve umarım yolun açık olur daima...

Hep gerçekleri görmeniz dileğiyle.

"Truth never needs to justify itself."


-alev 




2 Kasım 2012 Cuma

Cuma Üçlemesi-3




The Libertines’i çok seviyorum. Seviyordum diyemiyorum hala çok seviyorum, hala dinliyorum çünkü. Eski dostlar dağılalı çok oldu, kendi adıma pek yazık oldu hepsine ama yine de mirasları baki. 2010’da birleşip tekrar Leeds ve Reading’de arz-ı endam ettiklerinde bir umut ışığı doğmuştu içimde ama nafile. Neyse pek bombastika haberler aldığım bu haftanın güzel cumasına çok yakıştılar bence:



What Katie Did:


 

 Music when the lights go out:









 Can't Stand Me Now:

31 Ekim 2012 Çarşamba

Once a cheater...?





Şimdi baya saçma düşüncelerle bezeli olacak bu yazı açıkçası, nereye bağlanacağını ben de bilmiyorum, zaten bir şekilde bir soruya cevap bulmak için yazmıyorum. Yine izlediğim bir şeyde karşıma çıktı aslında bu; kadın ve adam, zamanında adam kadını birçok kere aldatmış, sonunda, evliliklerini kurtarmaya karar vermişler ve bir süre o şekilde yaşamışlar. Ama adamın içinde başkalarıyla  flört etme duygusu geçmiyor bir şekilde ve open marriage yaşayan bir çiftle karşılaşmasıyla karısının konuyla ilgili ağzını yoklaması bir oluyor. Kadın ilk deli oluyor tabii bu düşünceye, bütün gün düşünüyor, akşam adama şuna yakın bir konuşma yapıyor:

“ Beni aldatırken en acı olan şey fiziksel olarak başkalarıyla olma düşüncesi değildi, acı olan bütün hayatının bir şekilde yalanlardan ibaret olmasıydı. Yani benim düşüncelerimi dolaylı olarak yaşamımı oluşturan, şu an toplantıda, şu an arkadaşıyla düşünceleri tamamen ilüzyondu. Bu yüzden sana Perşembe akşamlarını veriyorum, bunun hakkında hiçbir şey duymak istemiyorum, istediğini yapabilirsin.. ”



Şimdi ilk düşününce nasıl yani diyorsunuz değil mi? Open marriage kavramını savunan kadın da, bir şekilde herkesin bunu yaptığını onların birbirlerine dürüst olmalarının olumlu bir şey olduğunu savunuyor. Neyse olayın sonunda adam o akşam için bir date ayarlıyor fakat karısı son anda bunu yapamayacağını söylüyor, adam tarafından teselli ediliyor ama adam ertesi gün yine o kadınla beraber oluyor. Her şey çok karmaşık gördüğünüz gibi. Eskiden olduğu gibi tek doğru yok bir şekilde çünkü herkes farklı bir yerinden çekiştiriyor ilişkileri. Sınırların hepsi biraz daha genişletiliyor, sonuçta doğru ne yanlış ne, her şey birbirine giriyor.

İlişkilerden yola çıkıp düşündüğüm başka bir şeye geliyor burda konu. Çevrekilere baktığımda çok net bir ayrım görüyorum insanlarda, bazıları her şeyi sonuna kadar bilme taraftarıyken diğerleri bir şekilde bilinçli olarak kafasını kuma gömüyor. Gerçeklik her zaman herkesi mutlu etmiyor, bu yüzden ikinci kısma giren insanlar, sadece duymak istediklerimi duyayım, geri kalan hakkında bir şey bilmek istemiyorum diyor. Burada yine bahsettiğim şey herhangi bir şekilde kendini kandırmak ya da olmayan bir realiteye inanmak değil. Yani sizi ilgilendiren kısımlarıyla ilgilenmek hayatın. Ben hayatıma dahil olmasını istemediğim, bir şekilde çok önceden çıkardığım birileri hakkında bir şeyler duymak istemiyorum en basitinden. Bana boşa zaman kaybı geliyor. Her şekilde ona harcadığım enerjiyi, kafamda kapladığı her hücreyi bambaşka şeylerde daha yararlı şekilde kullanabilirim çünkü. Bazıları geçmiş benim parçam ve bir şekilde bugünümde de yer alıyor o yüzden bilerek ilerlemek isterim diyebilir ama.

Şimdi bu yazıdan çıkan en önemli ders bence, “Once a Cheater, Always a Cheater” kavramı. Kesinlikle buna inanıyorum, nolursa olsun. İkincisi ise herkesin bir şekilde kendi doğrusu olduğu. Özellikle yaş ilerleyip gerek kendinizin, gerek çevrenizdekilerin yaşadığı ilişkileri gözlemledikçe görüyorsunuz ki, ilişkilerin temeli bir kadın ve bir adamdam oluşsa da içerik her seferinde farklı oluyor. Yargılamamayı öğrenmek en büyük gelişimlerimden biri bu yüzden kendi adıma. Özellikle son bir senedir yaşadığım, tanık olduğum bütün ilişkiler, bir şekilde hayatında dokunduğum bütün insanlar bana en çok bunu öğretti. O yüzden şu an “open marriage” yaşayan çifti bile anlayabiliyorum kendi dinamikleri içinde. Ama ikinci case’de olduğu gibi hayattaki en önemli kavramlardan birinin nolursa olsun dürüstlük olduğuna inanıyorum bir yandan da. Yani hayatınla ilgili napacağını bilemiyor olabilirsin, fucked up bir durumda ilişkinin içinde de debeleniyor olabilirsin ama dürüst ol. Her şeyden önce kendin için ol bunu, çünkü yalan söylemeye başlayınca domino effect misali birbirine dokunarak yıkılıyor doğrular ve günün sonunda elinde, kişiliğin, hayatın, her şeyin yalan olduğunu görüp şizofreniye bağlıyorsun. Hani burda karşındakini kandırdığını sanırken en çok kendisi kanan insan durumu var. Karşıdaki onu her şekilde atlatıyor ama senin elinde söylediğin yalanların üstüne bir de suçluluk duygusu kalıyor ki en büyük egoları bile balon gibi söndürdüğüne şahit olduk defalarca.. Bitirirken güzel bir şarkı yakışır sanki bu yazıya ne dersiniz:





Biz yine de herkese kendi içinde mantıklı ilişkiler dileyelim en iyisi..

 

Tugce.