24 Eylül 2012 Pazartesi

Masal

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde falan filan derken küçük bir şehirde yaşayan bir Cadı bir de Prens varmış. Cadı küçücük bir kasabada büyüdüğü için o şehir ona o kadar büyük gelirmiş ki hiç bırakmak istemezmiş bu şehri - hep keşfetmek hep daha fazlasını istermiş. Ama hiç farketmemiş bir fanusun içinde büyüdüğünü - hayatın bundan ibaret olmadığını...
Günlerden bir gün 16 yaşına bastığında bir oğlanla tanışmış. 5 senedir aynı okula gitmelerine rağmen sanki bu çocuğu hiç mi hiç görmemiş ama bir o kadar da çok tanırmış gibi hissetmiş! Ve işte o anda başlamış dostlukları... Bunu haylaz yaramazlıklar, küçük atışmalar ama her zaman derin sohbetlerle biten günler kovalamış. Aahhh gençken ne kadar da kolaymış en gizlini, en özelini anlatmak Cadı için bu oğlana! Oğlan için de öyle tabi! Cadı'nın en sevdiği şeylerden biri bir yandan ödev yapıp bir yandan oğlanın top oynamasını seyretmekmiş. Oğlanın da en sevdiği şey Cadı'yla ders çalışırken onu seyretmekmiş. İkisinin birlikte en sevdikleri oyun "nokta" oyunuymuş. Siz bilir misiniz nokta oyununu? - biri diğerinin noktalarını kapsar ve yok eder. Neyse bu ayrı konu...
Cadı'yla oğlan neden olduğunu tam anlamasalar da birbirinden ayrı 2 dakika duramaz olmuş, onlar için gün geçtikçe zor olacak hayata karşı elele yürümeye karar vermişler. Dostlukları aşkla bürünmüş, aşkları da dostluklarıyla büyümüş. Aşk nedir bilmeyen bu iki kafadar Cadı'nın o çok sevdiği şehirden elele tutuşup ülkenin başkentine doğru yola çıkmışlar.
Türlü zorluklar türlü kargaşalardan sonra anlamışlar ki hayatta böylesini bulmak çok zor - o yüzden daha da sıkı sıkı sarılmışlar. Rüzgarlar esmiş devrilmemişler, dalgalar gelmiş boğulmamışlar. Çok büyükmüş aşkları, ya da öyle sanmışlar. Yine günlerden bir gün Hayat onlara bir oyun oynamış. Cadı'yla oğlan yine beraber ne yaptıklarını bilmez bir şekilde elele dolaşırken birden bire bir fırtına kopmuş. Ama görseniz gözgözü görmüyor, ağaçlar köklerinden sökülüyor, çatılar birbirlerine çarpa çarpa uçuyormuş. Oğlan Cadı'nın elini bırakmamaya çalışsa da anlamış ki artık çok geç! "Bekle!" diye bağırmış. "Söz! Geri dönücem!". Cadı gözünü açabildiğinde bir de bakmış oğlan yokmuş. Meğer Hayat onu alıp çooook uzak diyarlara bırakmış.
Cadı o kadar çok ağlamış ki öldü sanmış, ama bilemezmiş ki daha ölmesine varmış. Yıllar geçmiş ama her kavuşmaları bir başka güzel olmuş! Ama aşk nedir bilmiyorlar dedik ya; bu iki sevgili kırmışlar, dökmüşler, yıpratmışlar. Olsun çok sevmişler... 
Sonra bir gün Cadı oğlandan haber alamaz olmuş, anlamış ki o oğlan aslında Prens'miş. 100 senelik oğlan olmuş sana kılıcı belinde, atı altında, egosu taa içinde bir Prens! Onu tanıyamaz olmuş, şaşırmış kendini de bilemez olmuş. Prenslerin güzel maskeli pirensesleri olurmuş. İyilik perisi omzunda, bizim pirensesin ilk öğrendiği şey Cadı'nın bu hikayesindeki "fill in the blanks"miş. Uzun lafın kısası, bu hikayede doldurup kirletmediği şey kalmamış. Sevilen tatlıyı, tadılan yemeği, yapılan sporu, gidilen yerleri, görülecek şehirleri ve tabiki içerisine işleyen şarkıları. Zaten en çok sevdiğin en çok acıtmaz mıymış? Neyse çok da önemli değilmiş, kalanları Alev almış saklamış, arkasına dönmeden omzunu silkip yürümüş uzaya doğru. Onlardan bir tanesi de buymuş (bana RHCP sevdiren);



Gökten 3 elma düşmüş, bir de armudun sapı varmış ama ayırarak yermişsin. Başkasının mutsuzluğunun üzerine mutluluk kurulmazmış, bir de gerçekler varmış masalların dışında onları bir bir öğrenirmişsin hayatta...
Keşke o saflık kalsa da insanda, her şey çocukluktaki gibi kolay olsaymış!

 




-alev

1 yorum:

  1. herkes nasıl kendini kandırıyor değil mi? her geçen gün bunu görüyoruz. en kötüsü iki kişinin birbirini kandırdığını sanırken aslında kendilerini kandırdıklarını görmesi.. wake up call'lar hep sizi ennn iyi tanıyanlardan geliyor.

    YanıtlaSil