"Sometimes I've believed as many as six impossible things before breakfast."
28 Eylül 2012 Cuma
24 Eylül 2012 Pazartesi
Masal
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde falan filan derken küçük bir şehirde yaşayan bir Cadı bir de Prens varmış. Cadı küçücük bir kasabada büyüdüğü için o şehir ona o kadar büyük gelirmiş ki hiç bırakmak istemezmiş bu şehri - hep keşfetmek hep daha fazlasını istermiş. Ama hiç farketmemiş bir fanusun içinde büyüdüğünü - hayatın bundan ibaret olmadığını...
Günlerden bir gün 16 yaşına bastığında bir oğlanla tanışmış. 5 senedir aynı okula gitmelerine rağmen sanki bu çocuğu hiç mi hiç görmemiş ama bir o kadar da çok tanırmış gibi hissetmiş! Ve işte o anda başlamış dostlukları... Bunu haylaz yaramazlıklar, küçük atışmalar ama her zaman derin sohbetlerle biten günler kovalamış. Aahhh gençken ne kadar da kolaymış en gizlini, en özelini anlatmak Cadı için bu oğlana! Oğlan için de öyle tabi! Cadı'nın en sevdiği şeylerden biri bir yandan ödev yapıp bir yandan oğlanın top oynamasını seyretmekmiş. Oğlanın da en sevdiği şey Cadı'yla ders çalışırken onu seyretmekmiş. İkisinin birlikte en sevdikleri oyun "nokta" oyunuymuş. Siz bilir misiniz nokta oyununu? - biri diğerinin noktalarını kapsar ve yok eder. Neyse bu ayrı konu...
Cadı'yla oğlan neden olduğunu tam anlamasalar da birbirinden ayrı 2 dakika duramaz olmuş, onlar için gün geçtikçe zor olacak hayata karşı elele yürümeye karar vermişler. Dostlukları aşkla bürünmüş, aşkları da dostluklarıyla büyümüş. Aşk nedir bilmeyen bu iki kafadar Cadı'nın o çok sevdiği şehirden elele tutuşup ülkenin başkentine doğru yola çıkmışlar.
Türlü zorluklar türlü kargaşalardan sonra anlamışlar ki hayatta böylesini bulmak çok zor - o yüzden daha da sıkı sıkı sarılmışlar. Rüzgarlar esmiş devrilmemişler, dalgalar gelmiş boğulmamışlar. Çok büyükmüş aşkları, ya da öyle sanmışlar. Yine günlerden bir gün Hayat onlara bir oyun oynamış. Cadı'yla oğlan yine beraber ne yaptıklarını bilmez bir şekilde elele dolaşırken birden bire bir fırtına kopmuş. Ama görseniz gözgözü görmüyor, ağaçlar köklerinden sökülüyor, çatılar birbirlerine çarpa çarpa uçuyormuş. Oğlan Cadı'nın elini bırakmamaya çalışsa da anlamış ki artık çok geç! "Bekle!" diye bağırmış. "Söz! Geri dönücem!". Cadı gözünü açabildiğinde bir de bakmış oğlan yokmuş. Meğer Hayat onu alıp çooook uzak diyarlara bırakmış.
Cadı o kadar çok ağlamış ki öldü sanmış, ama bilemezmiş ki daha ölmesine varmış. Yıllar geçmiş ama her kavuşmaları bir başka güzel olmuş! Ama aşk nedir bilmiyorlar dedik ya; bu iki sevgili kırmışlar, dökmüşler, yıpratmışlar. Olsun çok sevmişler...
Sonra bir gün Cadı oğlandan haber alamaz olmuş, anlamış ki o oğlan aslında Prens'miş. 100 senelik oğlan olmuş sana kılıcı belinde, atı altında, egosu taa içinde bir Prens! Onu tanıyamaz olmuş, şaşırmış kendini de bilemez olmuş. Prenslerin güzel maskeli pirensesleri olurmuş. İyilik perisi omzunda, bizim pirensesin ilk öğrendiği şey Cadı'nın bu hikayesindeki "fill in the blanks"miş. Uzun lafın kısası, bu hikayede doldurup kirletmediği şey kalmamış. Sevilen tatlıyı, tadılan yemeği, yapılan sporu, gidilen yerleri, görülecek şehirleri ve tabiki içerisine işleyen şarkıları. Zaten en çok sevdiğin en çok acıtmaz mıymış? Neyse çok da önemli değilmiş, kalanları Alev almış saklamış, arkasına dönmeden omzunu silkip yürümüş uzaya doğru. Onlardan bir tanesi de buymuş (bana RHCP sevdiren);
Gökten 3 elma düşmüş, bir de armudun sapı varmış ama ayırarak yermişsin. Başkasının mutsuzluğunun üzerine mutluluk kurulmazmış, bir de gerçekler varmış masalların dışında onları bir bir öğrenirmişsin hayatta...
Keşke o saflık kalsa da insanda, her şey çocukluktaki gibi kolay olsaymış!
-alev
Günlerden bir gün 16 yaşına bastığında bir oğlanla tanışmış. 5 senedir aynı okula gitmelerine rağmen sanki bu çocuğu hiç mi hiç görmemiş ama bir o kadar da çok tanırmış gibi hissetmiş! Ve işte o anda başlamış dostlukları... Bunu haylaz yaramazlıklar, küçük atışmalar ama her zaman derin sohbetlerle biten günler kovalamış. Aahhh gençken ne kadar da kolaymış en gizlini, en özelini anlatmak Cadı için bu oğlana! Oğlan için de öyle tabi! Cadı'nın en sevdiği şeylerden biri bir yandan ödev yapıp bir yandan oğlanın top oynamasını seyretmekmiş. Oğlanın da en sevdiği şey Cadı'yla ders çalışırken onu seyretmekmiş. İkisinin birlikte en sevdikleri oyun "nokta" oyunuymuş. Siz bilir misiniz nokta oyununu? - biri diğerinin noktalarını kapsar ve yok eder. Neyse bu ayrı konu...
Cadı'yla oğlan neden olduğunu tam anlamasalar da birbirinden ayrı 2 dakika duramaz olmuş, onlar için gün geçtikçe zor olacak hayata karşı elele yürümeye karar vermişler. Dostlukları aşkla bürünmüş, aşkları da dostluklarıyla büyümüş. Aşk nedir bilmeyen bu iki kafadar Cadı'nın o çok sevdiği şehirden elele tutuşup ülkenin başkentine doğru yola çıkmışlar.
Türlü zorluklar türlü kargaşalardan sonra anlamışlar ki hayatta böylesini bulmak çok zor - o yüzden daha da sıkı sıkı sarılmışlar. Rüzgarlar esmiş devrilmemişler, dalgalar gelmiş boğulmamışlar. Çok büyükmüş aşkları, ya da öyle sanmışlar. Yine günlerden bir gün Hayat onlara bir oyun oynamış. Cadı'yla oğlan yine beraber ne yaptıklarını bilmez bir şekilde elele dolaşırken birden bire bir fırtına kopmuş. Ama görseniz gözgözü görmüyor, ağaçlar köklerinden sökülüyor, çatılar birbirlerine çarpa çarpa uçuyormuş. Oğlan Cadı'nın elini bırakmamaya çalışsa da anlamış ki artık çok geç! "Bekle!" diye bağırmış. "Söz! Geri dönücem!". Cadı gözünü açabildiğinde bir de bakmış oğlan yokmuş. Meğer Hayat onu alıp çooook uzak diyarlara bırakmış.
Cadı o kadar çok ağlamış ki öldü sanmış, ama bilemezmiş ki daha ölmesine varmış. Yıllar geçmiş ama her kavuşmaları bir başka güzel olmuş! Ama aşk nedir bilmiyorlar dedik ya; bu iki sevgili kırmışlar, dökmüşler, yıpratmışlar. Olsun çok sevmişler...
Sonra bir gün Cadı oğlandan haber alamaz olmuş, anlamış ki o oğlan aslında Prens'miş. 100 senelik oğlan olmuş sana kılıcı belinde, atı altında, egosu taa içinde bir Prens! Onu tanıyamaz olmuş, şaşırmış kendini de bilemez olmuş. Prenslerin güzel maskeli pirensesleri olurmuş. İyilik perisi omzunda, bizim pirensesin ilk öğrendiği şey Cadı'nın bu hikayesindeki "fill in the blanks"miş. Uzun lafın kısası, bu hikayede doldurup kirletmediği şey kalmamış. Sevilen tatlıyı, tadılan yemeği, yapılan sporu, gidilen yerleri, görülecek şehirleri ve tabiki içerisine işleyen şarkıları. Zaten en çok sevdiğin en çok acıtmaz mıymış? Neyse çok da önemli değilmiş, kalanları Alev almış saklamış, arkasına dönmeden omzunu silkip yürümüş uzaya doğru. Onlardan bir tanesi de buymuş (bana RHCP sevdiren);
Gökten 3 elma düşmüş, bir de armudun sapı varmış ama ayırarak yermişsin. Başkasının mutsuzluğunun üzerine mutluluk kurulmazmış, bir de gerçekler varmış masalların dışında onları bir bir öğrenirmişsin hayatta...
Keşke o saflık kalsa da insanda, her şey çocukluktaki gibi kolay olsaymış!
-alev
18 Eylül 2012 Salı
Ignorance is a bliss?
Matrix serilerinden ve bir çok yerden aşina olduğunuz bu sözle ilgili benim bu yazıyı yazmayı tetikleyen dün izlediğim bir House M.D bölümü
oldu aslında ama benim için de yeni bir soru işareti değil kesinlikle. İzlemiş
olanlar olabilir aranızda, bahsettiğim bölüm 6. Sezondaki 8. Bölüm. İleri zeka
seviyesine sahip, MIT’den mezun en geç adam ünvanına sahip birinin algıları o kadar açık ki sonunda kendini
her şeyden mutsuz hissediyor ve intihar ediyor. Kurtuluyor, tedavi için yattığı
hastanede bir kızla tanışıyor ama kız
bildiğiniz aptal. Hayatında gördüğü en mutlu insanın o olduğunu görüyor ve
kendini aptallaştırmak için düzenli olarak öksürük şurubu içmeye başlıyor. Bunun
sonucunda ünlü bir fizikçi olabilecekken kurye olarak hayatına devam ediyor. Bölümden:
“When I was in the
hospital, they put me on narcotics and suddenly everything was just better. I
didn't feel isolated or lonely. That's where I met my wife. She was so happy
and dumb. And I was smart and miserable. You tell me who the genius is. I fell
in love with her buzzed out of my head and I knew I wanted to stay that way
forever…. So I decided I'd rather be
happy than smart.”
Şimdi çok sevdiğim büyük usta Ernest Hemingway’in de bir sözü
vardır bu konuyla ilgili:
“Happiness in
intelligent people is the rarest thing I know."
Gerçekten de çevremde etrafında olup bitenden habersiz yaşayan, sorgulamayan,
günlük dertleriyle uğraşan insanlar çok daha mutlu. Şimdi cehalet en büyük
zenginliktir diye mi avutucaz kendimizi? Ki bu konuyu sorgulayarak bile aslında
bu işi asla yapamayacağımı göstermiş oluyorum. Ama gerçeklik algısı çok garip,
sonuçta algılarınızı tamamen siz oluşturuyorsunuz ve onları istediğiniz gibi
manipüle edebilirsiniz. Siz kendi inandığınız gerçeklerde sorgulamadan
mutluysanız, sorun yok mu acaba? Ya da hayatın amacı sadece mutlu olmak mı?
Mutlu ama aptal, Mutlu ama dünyadan habersiz, Mutlu ama gelişimini durdurmuş…
bu mudur? Yaşadığınız ortalama 70 yıllık ömürlerde gerçekten önemli olan ne?
Devekuşu gibi kafayı toprağa gömemeyeceğimizden bazıları için tren çoktan
kaçtı ama son zamanlarda hiçbir şeyi çok fazla sorgulamama felsefesini
uyguluyorum ve çok mutluyum. Yani optimum yolu böyle buldum kendi çapımda, hala
çok şeyi merak ediyorum, algılarım açık, deniyorum, yanılıyorum ama günün sonunda kafaya takacak bir şey geldiğinde
değiştiremiyorsam, “whatever fuck it” diyorum ve hayatıma devam ediyorum. Eminim
herkesin yaklaşımı farklıdır, ben çözümü şimdilik böyle buldum ve bir süredir gayet rahatım. Hayat çok kısa ve nolursa olsun kafalarımızın bir yerinde bunu hep hatırlatmamız lazım kendimize..
Peki siz ne dersiniz Beatles’ın dediği gibi cidden “living is easy with
eyes closed” mudur?
10 Eylül 2012 Pazartesi
Surrender your EGO be free to yourself!
"Where id was, there ego shall be." -Sigmund Freud
Aslında niyetim Freud'dan alıntı yapıp daha da derinleşen bir psikolojik sohbet yapmak değil - ayrıca bazı yanlarını garip bulurum bu adamın vb. düşünürleri tartışırken. O yüzden, çok fazla yapmadığım "yazmak" benim için "gündelik", bir o kadar da hayatın içinden, herkesin bir şeyler bulabileceği bir şey olsun diye ilk yazımı bu EGO denen illetle ilgili bir şeyler söyleyerek bu bloga eklemek istedim.
Evet ben kendimde, çevremde ve her yerde bir çok kötülükleri doğuran şeyin bu ego olduğunu görüyorum ve bazı insanların bunu abartarak kendi hayatlarını içinden çıkılamaz bir hale soktuklarını düşünüyorum. Kendi hayatımdaysa şu ego denen şeyden tamamen kurtulmadan ölmiyim gibi iddialı bir isteğim olduğu için de kafamı kurcalıyor bu egolu insanların yaptıkları ve yapamadıkları. Ayrıca hani neyi çok istersen olur - Secret tarzı - düşüncelerden dolayı da hayatımda yaşadığım birçok şeyin bu egoyu yontmaya çalıştığını, hayatın karşıma sınavlar, alınacak dersler çıkarttığını da düşünüyorum ki o ayrı bir konu... :)
Aslında çevreme baktığımda (iş dünyasını geçiniz) gereksiz fazlalıkta egosu olan hiçbir arkadaşım yok - yanıma yanaştırmam - ama hepimizin içinde ister istemez bir yerlerde bastırılmış, orada pusuya yatmış bir şeyler bizle ters düşen bir olay gördüğü an canavara dönüşüyor ve hayatı çekilmez hale getiriyor.
Peki ne yapmalı, ne etmeli? Bence durum şu; işler iyi giderken ay ne kadar iyi yaptım, oh süperdim, çok akıllıyım, çok sevimliyim gibi aşıraya kaçmayan dozda gerekli, ancak megolomanlığa giden yolda kendini övme, ön plana çıkarma gibi içgüdülerimizi yavaş yavaş farkındalıkla bir kenara -tamemen- bıraksak her şey güzel olacak gibi. Hani emin değilim; bunu yapmak elbette çok kolay değil. Ayrıca fazla mütevaziliğin hiçbir yararını da görmedim! Peki bu dengeyi nasıl buluruz diye baktığımda, en azından ikili ilişkilerde karşımızdakinin de ne düşündüğünü, hangi koşullarda o hareketi yaptığını, her zaman "sen"le ilgili olmadığını veya Dünya'nın sadece senin etrafında dönmediğini düşünebilirsek belki birkaç adım atarız ve kötü günlere hazır oluruz. Bencillik gibi pis duygular da kardeşi, canıdır bu egonun. Bunun yanında çevresel etkenleri de göz önünde bulunduralım ve seni pohpohlayan, sürekli eleştirmekten kaçınan, yapay dostlukların olduğu arkadaş gruplarından arkana bakmadan kaçmanı tavsiye ederim.
Ve bir gün o "istenmeyen" anla karşılaşılınca olaylar "sen"inle ilgili olmaz - bir bütünlüğü olur ve aynı zamanda bir anlamı olur. Yani sadece sana ters gelen bir şey olduğunda egonun sana bağırıp talimatlar yağdırdığı bir ortamda sakin kalıp "Dur bir dakika!" diye kendine seslendiğin an bil ki sen biraz daha olgunlaştın ey içimdeki çocuk!
Ve sözlerimi bu EGO öyle bir şey ki ne kendinle çok barışık olmanla ne de kendine güvenmenle ilgisi var diyerek noktalamak isterim. Emin olun farkındalığı çok zor, aniden ortaya çıkan bir şeydir bana göre. Ama tabi şöyle de luzumless bir şey olmadığı sürece neden olmasın?
“If being an egomaniac means I believe in what I do and in my art or music, then in that respect you can call me that... I believe in what I do, and I'll say it.” - John Lennon
Öyle bir noktaya giderim ki bu konuda, savaşların o klasik sebebi "ekonomi" nin yanında can dostu EGOmanyak bir liderdir kesinlikle. Ama hadi Queen'i dinleyin - Freddie Mercury daha iyi anlatmış ne demek istediğimi...
3 Eylül 2012 Pazartesi
"Life imitates Art far more than Art imitates Life"
Yukarıdaki sözü eminim daha
önce duymuşsunuzdur. Oscar
Wilde’in 1891’de yazdığı “The Decay Of Lying - An Observation” denemesinde geçer. Bugünlerde
kafama ufak ufak takılan düşüncelerden biri sadece bu. Şimdi gündeme gelmesinin
nedeni ise okuduğum kitap sanırım. Alain de Botton’un “The
Romantic Movement” isimli kitabı. Kitabın hemen başlarında gerçeklik olgusunun neden
meydana geldiğini tartışıyor yazar. Her şeye göre değişen bu tanımda sanatın yerine geliyor sonra
sıra. İzlediğiniz filmlerden, dizilerden
ya da algınızı en çok ne oluşturuyorsa orda duran sanat
eserlerinden ne kadar etkileniyorsunuz hiç düşündünüz mü? Birçoklarına ilk başta sorsak, filmler bizi
bize anlatıyor, şarkılar yaşadığımız anların altını çiziyor der hiç düşünmeden. Peki ya tam
tersini hiç düşündünüz mü? Yani sizin olaylardan
beklentilerinizi dolayısıyla davranışlarınızı etkileyen şey baktığınız pencerede sizi besleyen
sanat eserleri olabilir mi? Yaşadığınız her türlü ilişkiyi düşünün. Kaçında kendiniz gibi
davranıyorsunuz, kaçı daha önce herhangi bir şekilde bir yerlerde
rastladığınız davranışlar? Ya da karşınızdakinden beklentilerinizi
izlediğiniz romantik filmdeki başrol oyuncusu belirliyor olabilir
mi? Birini öperken mesela gerçekten ne düşünüyorsunuz? Çevrenizdeki
insanlar, sizin geçmişten getirdiğiniz yaşanmışlıklar etkili ama kısa yaşamınızda yarattığınız hikayeler, dokunduğunuz hayatlar
izlediklerinizin yanında çok kısıtlı. Dolayısıyla herkes kendi
hayatında bir yerlerden görüp, duyduklarını taklit ediyor aslında. Tıpkı sevdiğiniz dizinin bir bölümünde karakterlerden biri
sizin hissettiğiniz şeyi tam da söylemek istediğiniz gibi söyleyince mutlu olduğunuz gibi, yaşadığınız bir sonraki tartışmada onu taklit ediyor
olabilirsiniz çok rahatlıkla. Kitapta başka hoşuma giden bir paragrafta,
filmlerde gördüğünüz “bu duyguyu bilen,
bunları yapan tek ben değilim duygusunun sizi
yalnızlıktan kurtardığı gibi, herhangi bir ilişkinizde ikili olma
duygusunu besleyen şeyin (ki kitapta sadece
“aşk” konusunda değinilmiş ama ben her türlü ikili ilişkinin bu şekilde değerlendirilebileceğini düşünüyorum.) karşınızdakinin seninle ortak şeyleri hissediyoruz ve bu ortak
benzerlik durumu beni eskisi kadar yalnız hissettirmiyor düşüncesi olduğu söyleniyor.
Oscar Wilde’ın denemesinde değindiği başka bir nokta “Lying, the
telling of beautiful untrue things, is the proper aim of Art”, yani aslında
sanat size olmayan güzel ama yalan bir dünyayı sunuyor. Burda dizi izlemeyi boşa vakit kaybı gören bir arkadaşımın sözü geliyor aklıma, diziler gerçek hayatında birşeyleri yapamayan kişileri uyuşturmak için oluşturulmuşlar bence gibi birşeyler demişti. O kadar sert yaklaşmak istemiyorum, çünkü çeşitli şekillerde bazen uyuşmamızın, ne yolla olursa olsun
kendini iyi hissetme duygusunu size veriyorsa dizilerin, filmlerin zararsız
olduğunu düşünüyorum. Günün sonunda her
türlü düşünce şuna bağlanıyor sanırım, ince bir ayrım var, sizin öz benliğiniz ve etkileşimde bulunduğunuz her şey arasında. Yıllar geçtikçe “kendi”nizi
korumayı daha çok başarıyorsunuz. Ama beklentilerinizi
zaman zaman kontrol altına alamadığınız da doğru. Gitgide sanal ortama
kayan hayatlar, okunan kitaplar, filmler size gerçek hayatınızdan kaçma fırsatı
veriyor. Bir daha herhangi birşeyi izlerken/okurken
olmak istediğiniz kişiye kendinizi benzeterek öyle mi davranıyorsunuz yoksa filmdeki başrol oyuncusu gerçekten sizi mı anlatıyor dikkat edin. Sanırım ben de sanatın hayatı taklit ettiğinden çok, yaşamlarımızı onu taklit ederek geçirdiğimizi düşünüyorum. Dinlediğiniz şarkılar, kullandığınız kelimeler, karşınızdakinden beklentileriniz, işyerindeki tutumlarınız, hele moda kavramının hepsi başlı başına birilerinin sizi yönlendirmesiyle
oluşuyor. Öyle ya da böyle “olması
gereken ideal durum” tanımımız bir şekilde bir yerlerde
gördüğümüz, rastladığımız imgelerden oluşuyor. Belki de tam bu yüzden aynı çevredeki insanlar olarak gitgide birbirimize benziyoruz. Siz ne dersiniz?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)