Yukarıdaki sözü eminim daha
önce duymuşsunuzdur. Oscar
Wilde’in 1891’de yazdığı “The Decay Of Lying - An Observation” denemesinde geçer. Bugünlerde
kafama ufak ufak takılan düşüncelerden biri sadece bu. Şimdi gündeme gelmesinin
nedeni ise okuduğum kitap sanırım. Alain de Botton’un “The
Romantic Movement” isimli kitabı. Kitabın hemen başlarında gerçeklik olgusunun neden
meydana geldiğini tartışıyor yazar. Her şeye göre değişen bu tanımda sanatın yerine geliyor sonra
sıra. İzlediğiniz filmlerden, dizilerden
ya da algınızı en çok ne oluşturuyorsa orda duran sanat
eserlerinden ne kadar etkileniyorsunuz hiç düşündünüz mü? Birçoklarına ilk başta sorsak, filmler bizi
bize anlatıyor, şarkılar yaşadığımız anların altını çiziyor der hiç düşünmeden. Peki ya tam
tersini hiç düşündünüz mü? Yani sizin olaylardan
beklentilerinizi dolayısıyla davranışlarınızı etkileyen şey baktığınız pencerede sizi besleyen
sanat eserleri olabilir mi? Yaşadığınız her türlü ilişkiyi düşünün. Kaçında kendiniz gibi
davranıyorsunuz, kaçı daha önce herhangi bir şekilde bir yerlerde
rastladığınız davranışlar? Ya da karşınızdakinden beklentilerinizi
izlediğiniz romantik filmdeki başrol oyuncusu belirliyor olabilir
mi? Birini öperken mesela gerçekten ne düşünüyorsunuz? Çevrenizdeki
insanlar, sizin geçmişten getirdiğiniz yaşanmışlıklar etkili ama kısa yaşamınızda yarattığınız hikayeler, dokunduğunuz hayatlar
izlediklerinizin yanında çok kısıtlı. Dolayısıyla herkes kendi
hayatında bir yerlerden görüp, duyduklarını taklit ediyor aslında. Tıpkı sevdiğiniz dizinin bir bölümünde karakterlerden biri
sizin hissettiğiniz şeyi tam da söylemek istediğiniz gibi söyleyince mutlu olduğunuz gibi, yaşadığınız bir sonraki tartışmada onu taklit ediyor
olabilirsiniz çok rahatlıkla. Kitapta başka hoşuma giden bir paragrafta,
filmlerde gördüğünüz “bu duyguyu bilen,
bunları yapan tek ben değilim duygusunun sizi
yalnızlıktan kurtardığı gibi, herhangi bir ilişkinizde ikili olma
duygusunu besleyen şeyin (ki kitapta sadece
“aşk” konusunda değinilmiş ama ben her türlü ikili ilişkinin bu şekilde değerlendirilebileceğini düşünüyorum.) karşınızdakinin seninle ortak şeyleri hissediyoruz ve bu ortak
benzerlik durumu beni eskisi kadar yalnız hissettirmiyor düşüncesi olduğu söyleniyor.
Oscar Wilde’ın denemesinde değindiği başka bir nokta “Lying, the
telling of beautiful untrue things, is the proper aim of Art”, yani aslında
sanat size olmayan güzel ama yalan bir dünyayı sunuyor. Burda dizi izlemeyi boşa vakit kaybı gören bir arkadaşımın sözü geliyor aklıma, diziler gerçek hayatında birşeyleri yapamayan kişileri uyuşturmak için oluşturulmuşlar bence gibi birşeyler demişti. O kadar sert yaklaşmak istemiyorum, çünkü çeşitli şekillerde bazen uyuşmamızın, ne yolla olursa olsun
kendini iyi hissetme duygusunu size veriyorsa dizilerin, filmlerin zararsız
olduğunu düşünüyorum. Günün sonunda her
türlü düşünce şuna bağlanıyor sanırım, ince bir ayrım var, sizin öz benliğiniz ve etkileşimde bulunduğunuz her şey arasında. Yıllar geçtikçe “kendi”nizi
korumayı daha çok başarıyorsunuz. Ama beklentilerinizi
zaman zaman kontrol altına alamadığınız da doğru. Gitgide sanal ortama
kayan hayatlar, okunan kitaplar, filmler size gerçek hayatınızdan kaçma fırsatı
veriyor. Bir daha herhangi birşeyi izlerken/okurken
olmak istediğiniz kişiye kendinizi benzeterek öyle mi davranıyorsunuz yoksa filmdeki başrol oyuncusu gerçekten sizi mı anlatıyor dikkat edin. Sanırım ben de sanatın hayatı taklit ettiğinden çok, yaşamlarımızı onu taklit ederek geçirdiğimizi düşünüyorum. Dinlediğiniz şarkılar, kullandığınız kelimeler, karşınızdakinden beklentileriniz, işyerindeki tutumlarınız, hele moda kavramının hepsi başlı başına birilerinin sizi yönlendirmesiyle
oluşuyor. Öyle ya da böyle “olması
gereken ideal durum” tanımımız bir şekilde bir yerlerde
gördüğümüz, rastladığımız imgelerden oluşuyor. Belki de tam bu yüzden aynı çevredeki insanlar olarak gitgide birbirimize benziyoruz. Siz ne dersiniz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder