3 Eylül 2012 Pazartesi

"Life imitates Art far more than Art imitates Life"




Yukarıdaki sözü eminim daha önce duymuşsunuzdur. Oscar Wilde’in 1891’de yazdığıThe Decay Of Lying - An Observation” denemesinde geçer. Bugünlerde kafama ufak ufak takılan düşüncelerden biri sadece bu. Şimdi gündeme gelmesinin nedeni ise okuduğum kitap sanırım. Alain de Botton’un “The Romantic Movement” isimli kitabı. Kitabın hemen başlarında gerçeklik olgusunun neden meydana geldiğini tartışıyor yazar. Her şeye göre değişen bu tanımda sanatın yerine geliyor sonra sıra. İzlediğiniz filmlerden, dizilerden ya da algınızı en çok ne oluşturuyorsa orda duran sanat eserlerinden ne kadar etkileniyorsunuz hiç düşündünüz mü? Birçoklarına ilk başta sorsak, filmler bizi bize anlatıyor, şarkılar yaşadığımız anların altını çiziyor der hiç düşünmeden. Peki ya tam tersini hiç düşündünüz mü? Yani sizin olaylardan beklentilerinizi dolayısıyla davranışlarınızı etkileyen şey baktığınız pencerede sizi besleyen sanat eserleri olabilir mi? Yaşadığınız her türlü ilişkiyi düşünün. Kaçında kendiniz gibi davranıyorsunuz, kaçı daha önce herhangi bir şekilde bir yerlerde rastladığınız davranışlar? Ya da karşınızdakinden beklentilerinizi izlediğiniz romantik filmdeki başrol oyuncusu belirliyor olabilir mi? Birini öperken mesela gerçekten ne düşünüyorsunuz? Çevrenizdeki insanlar, sizin geçmişten getirdiğiniz yaşanmışlıklar etkili ama kısa yaşamınızda yarattığınız hikayeler, dokunduğunuz hayatlar izlediklerinizin yanında çok kısıtlı. Dolayısıyla herkes kendi hayatında bir yerlerden görüp, duyduklarını taklit ediyor aslında. Tıpkı sevdiğiniz dizinin bir bölümünde karakterlerden biri sizin hissettiğiniz şeyi tam da söylemek istediğiniz gibi söyleyince mutlu olduğunuz gibi, yaşadığınız bir sonraki tartışmada onu taklit ediyor olabilirsiniz çok rahatlıkla. Kitapta başka hoşuma giden bir paragrafta, filmlerde gördüğünüz “bu duyguyu bilen, bunları yapan tek ben değilim duygusunun sizi yalnızlıktan kurtardığı gibi, herhangi bir ilişkinizde ikili olma duygusunu besleyen şeyin (ki kitapta sadece “aşk” konusunda değinilmiş ama ben her türlü ikili ilişkinin bu şekilde değerlendirilebileceğini düşünüyorum.) karşınızdakinin seninle ortak şeyleri hissediyoruz ve bu ortak benzerlik durumu beni eskisi kadar yalnız hissettirmiyor düşüncesi olduğu söyleniyor.

Oscar Wilde’ın denemesinde değindiği başka bir nokta “Lying, the telling of beautiful untrue things, is the proper aim of Art”, yani aslında sanat size olmayan güzel ama yalan bir dünyayı sunuyor.  Burda dizi izlemeyi boşa vakit kaybı gören bir arkadaşımın sözü geliyor aklıma, diziler gerçek hayatında birşeyleri yapamayan kişileri uyuşturmak için oluşturulmuşlar bence gibi birşeyler demişti. O kadar sert yaklaşmak istemiyorum, çünkü çeşitli şekillerde bazen uyuşmamızın, ne yolla olursa olsun kendini iyi hissetme duygusunu size veriyorsa dizilerin, filmlerin zararsız olduğunu düşünüyorum. Günün sonunda her türlü düşünce şuna bağlanıyor sanırım, ince bir ayrım var, sizin öz benliğiniz ve etkileşimde bulunduğunuz her şey arasında. Yıllar geçtikçe “kendi”nizi korumayı daha çok başarıyorsunuz. Ama beklentilerinizi zaman zaman kontrol altına alamadığınız da doğru. Gitgide sanal ortama kayan hayatlar, okunan kitaplar, filmler size gerçek hayatınızdan kaçma fırsatı veriyor. Bir daha herhangi birşeyi izlerken/okurken olmak istediğiniz kişiye kendinizi benzeterek öyle mi davranıyorsunuz yoksa filmdeki başrol oyuncusu gerçekten sizi mı anlatıyor dikkat edin. Sanırım ben de sanatın hayatı taklit ettiğinden çok, yaşamlarımızı onu taklit ederek geçirdiğimizi düşünüyorum. Dinlediğiniz şarkılar, kullandığınız kelimeler, karşınızdakinden beklentileriniz, işyerindeki tutumlarınız, hele moda kavramının hepsi başlı başına birilerinin sizi yönlendirmesiyle oluşuyor. Öyle ya da böyle “olması gereken ideal durum” tanımımız bir şekilde bir yerlerde gördüğümüz, rastladığımız imgelerden oluşuyor. Belki de tam bu yüzden aynı çevredeki insanlar olarak gitgide birbirimize benziyoruz.  Siz ne dersiniz?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder